Ben 40 yaşıma kadar bilmiyordum ve Istanbul’da, iyi eğitim almış, iyi işi olan biri olarak yaşıyordum. Gerçi üniversite yıllarımda mevcut düzende bir yanlışlık olduğunu farketmiştim. Öğrenciler arasındaki gelir seviyesi uçurumunu görmüştüm. Şehrin kalabalığı, kirliliğini yaşamıştım – özellikle kışın, hava kirliliğinden maske takıp geziyorduk. Marmara Denizi’nin gittikçe kirlendiğine tanık oldum; gençliğimde yüzdüğüm denizde artık yüzülmüyor.
Ama bunları pek te önemsememiştim – öncelikler arasında kendi hayatımı toparlamak, işimi ilerletmek – bolca para kazanmak vardı.
2008’de ABD’de başlayan mortgage krizi dünyaya yayılıp ülkemizi de etkilediğinde, iş yüküm birden düştü – kriz bizi teğet geçmemişti ve müşteriler azalmıştı. Mühendis olarak ekonomiye, borsaya ilgim pek olmamıştı ama onca uzaklarda başlayan bu mortgage krizinin bizi neden etkilediğini ve nereden çıktığını merak etmiştim. İnternette araştırırken, NewYork Times’ın bir makalesini buldum, krizin çıkış nedenini özetliyordu. Makale içinde bir de grafik vardı – 1987 ile 2007 arasında ABD’deki ortalama ev fiyatlarının değişimi grafiği. Bu grafik benim yüksek lisans tezimde binaların deprem davranışını incelerken elde ettiğim grafiklere çok benziyordu. Makaleyi daha bir merakla okumaya devam ettim.
Ev fiyatları 10 yıl kadar durağan gittikten sonra, 1997’den itibaren hızla artmaya başlamıştı. Ama fiyat artışına neden olan davranış daha ilginçti. Ekonomistlerin ‘sürü etkisi ’ dedikleri bir davranışla, insanlar topluca benzer yatırımlar yapmaya başlayınca fiyatlar da hızla artışa geçiyordu. Fiyat artışı elbet sonsuza kadar devam edemezdi ve bir noktada ekonomik kriz çıkacaktı – bu da grafiğin en tepe noktası idi. Depremde de binaların yıkılma sebebi, deprem anında belli zamanlarda binayı taşıyan kolon, kiriş gibi elemanların aynı yönde harekete geçmeleri ve birbirlerini etkileyerek normal dışı ve aşırı sallantılara neden olmaları idi. Deprem ile ekonomik krizler arasında bir benzerlik olduğunu hissettiğimde ilgim iyice arttı ve 2 yılı süren bir araştırmaya giriştim – neyse ki ekonomik krizdeki durgunluğun bana bir faydası olmuştu – araştırmaya bolca zaman. Bu araştırmanın sonucunda ‘Kritik Eşik’ kitabı ortaya çıktı.
Ormanların yokedilmesi, temiz suyun azalması, balıkların tüketilmesi, fosil yakıt tüketimi, havadaki karbondioksitin artışı, insanlık nüfus artışı, toprakların kirletilmesi/yokedilmesi, canlı türlerinin yokoluşu, v.b. birçok durumda tepelere tırmanan hızlı bir artış yaşandığını buldum. Bu artışın deprem ve ekonomik krizler örneklerinde olduğu gibi sürdürülemez olduğunu ve eninde sonunda çöküşe neden olacağını farkettim ve ilk defa ‘bilmeye başladım’. O andan itibaren eski hayatıma da devam edemeyeceğimi anlamıştım çünkü sürdürmekte olduğum hayatla ben de bu kötü gidişe katkıda bulunuyordum.
O güne kadar ‘daha iyisini istemenin’ yanlış olabileceğini sanmazdım. Daha iyi bir kazanç, daha iyi bir ev, araba, tatil, çocuğuma daha iyi bir gelecek v.b. Çalışkan kişinin hakederek kazanacağını ve iyi bir hayat yaşayabileceğini savunurdum – bunda hata nerede? Ama 7 milyarı aşan bir insan nüfusunun neredeyse tamamı böyle bir hayat isteyince ve istekler üstel oranda artınca sorun çıkması kaçınılmazdı – çünkü dünya sınırlıydı, dünyanın kaynakları sınırlıydı.
Modern hayatın sürebilmesi ve büyüyebilmesi için gittikçe artan enerji ihtiyacı vardı ve enerjinin neredeyse %90’ı da fosil yakıtlardan karşılanıyordu. Yakılan fosil yakıtlar havaya karbondioksit dahil birçok gaz salıyordu ve bu gazların hemen hepsi insan sağlığına ve çevreye zararlıydı. Artan kirlilik, hastalıklar hep bu nedenleydi ama daha kötüsü, havada hızla artmaya başlayan karbon dioksit ve metan gazları, dünyanın ısınmasına ve iklim değişikliğine neden oluyordu. 50 yıl öncesine göre dünya ortalamada 1 derece ısınmıştı ve havadaki bu gazlar kolay kolay azalmadıkları için dünyanın 1 derece daha ısınması da kaçınılmazdı. Birleşmiş Milletler yıllardır bu durumu araştırıyordu ve belli aralıklarla bu konuda tüm dünya ülke liderlerine raporlar hazırlıyordu. En son rapor 2007’de yayınlanmış ve eğer dünya 2 derece ısınırsa, tüm dünya dengelerinin bozulmaya başlayacağı uyarısı yapılmıştı. Hatta Birleşmiş Milletler 2009 Aralık’ta tüm dünya liderlerini bir araya getirmiş ve bu gidişatı engellemeleri için ortak bir karar almalarını da istemişti. Ama hiçbir karar alınamadı, o günden beri fosil yakıt tüketimi de, insanların nüfusu ve tüketimleri de hız kesmedi, üstel artmaya devam etti.
Bu sorunun temelinde benim gibi saf niyetli insanlar da vardı – her tükettiğimiz, her yeni aldığımız şeyin üretiminde fosil yakıtların enerjisi ve yan ürünleri kullanılıyor – en basit örnek: araçların büyük çoğunluğu ya petrol, ya dizel veya doğal gazla gidiyor ve araçların içindeki malzemelerin çoğu da fosil yakıt yan ürünlerinden imal ediliyor – plastik ve türevlerinden bahsediyorum. Hayatlarımız neredeyse tamamen fosil yakıtlara bağımlı. Ama bunun çok büyük bir bedeli var.
2008’de insanların bu ‘iklim değişikliği’ne neden olan davranışını farkettikten sonra sürekli bu değişimi takip etmeye başladım. Haliyle takip ettiğim kişiler ‘iklim değişikliği’nde uzman bilim insanları idi. Bu kişiler son birkaç yılda dünyadaki hızlı değişimi çok ‘normal dışı’ olarak nitelemeye başladı. Bilim insanları uzun yıllardır dünyanın çeşitli yerlerinden veriler, bilgiler topluyorlar, bu bilgiler ışığında çok güçlü bilgisayarlar kullanarak yakın gelecekteki iklimi tahmin etmeye çalışıyorlar. Çeşitli senaryoları var, mesela iyi senaryoda insanlar tümden fosil yakıt tüketimini kesiyorlar veya kötü senaryoda fosil yakıt tüketimi mevcuttaki gibi artmaya devam ediyor. İşin kötüsü şu ki, bilim insanları tahmin ettikleri o kötü senaryoları, sonraki yıllarda dünyanın her yerinden gelen verilerle karşılaştırdıklarında, aslında gerçekleşmekte olan değişimin kendi kötü senaryolarından da kötüye gitmekte olduğunu görüyorlar.
Bilim insanları uyarmaya devam ediyor: yakın gelecekte sel, fırtına, orman yangınları, kuraklık v.b doğal afetler daha artacak ve ayrıca bu felaketlerin şiddeti, boyutu da artacak! Bazıları küresel felaket senaryoları çiziyor, bunları burada anlatmaya bile korkuyorum çünkü insanların çoğu böylesi normal dışı durumları algılamak ve hatta duymak istemiyorlar. Gerçekleri öğrenmek isteyen internette araştırabilir.
Eğer problemin bir parçası isem, o zaman bundan vazgeçmek ve değişmek bir insan olarak doğaya, dünyaya ve gelecek nesillere olan borcumdur.
Evet, problemin bir parçası olduğumu farketmiştim ve bunu değiştirmek zorunda olduğumu da biliyordum. Hemen erişebileceğim, değiştirebileceğim şeyleri araştırmaya başladım. Kendimin ve ailemin enerji tüketiminde fosil yakıt oranını azaltabilirdim. Temiz enerjiyi araştırdım – bir mühendis olarak temiz enerji sistemlerinin çalışma şeklini, kurulumunu öğrendim ve daha hesaplı olsun diye gerekli malzemeleri direkt satın alıp kendim kurmaya başladım. Evimin çatısına fotovoltaik güneş panelleri kurdum, yazın evin elektrik ihtiyacının neredeyse tamamını güneşten elde etmeye başladım. Ardından evin ısıtmasında ne yapabileceğime baktım – toprak ısısını kullanarak inanılmaz tasarruf sağlayan ‘ısı pompası’ sistemlerini buldum, gerekli malzemeyi aldım ve evin bahçesinin 1,5 metre altından boru hattı geçirerek toprak ısısı ile evi ısıtmaya başladım – hatta ısı pompasını ters yönde çalıştırıp yazları da evi soğuttum. Hem de ısı pompası ile ısıtmayı doğalgaza göre yarı fiyatına mal ederek!
Ardından dizel aracımın sıvı yağla çalışabileceğini öğrendim – motor kısmında bir dönüşüm ile dizel motorun sıvı yağ ile çalışması sağlanıyordu. Bu teknolojiyi de iyi araştırıp, gerekli malzemeleri getirttim ve bir LPG’li araç dönüşüm dükkanında becerikli bir usta ile çalışarak aracımı dönüştürdüm. Neredeyse 3 yıldır aracım sıvı yağla gidiyor – hem de bedavaya – çünkü bir arkadaşımın lokantasından gelen atık sıvı yağları alıp temizliyorum ve yakıt olarak kullanıyorum.
Enerjide ilerlemiştim ama hala hayatımda değiştirmek istediğim şeyler vardı. Mümkün olabildiğince kendi gıdamı üretmek istiyordum çünkü marketlerden alınan gıdaların hem besin değeri düşüktü, hem kimyasal koruyucu, böcek ilacı v.b. içerme olasılıkları yüksekti, hem de çok uzaklardan araçlarla marketlere geldikleri için yüklü bir fosil yakıt tüketimine sebep oluyorlardı.
10 yıl kadar önce Uludağ eteklerinde 14 dönümlük bir buğday tarlası almış ve buraya biraz meyve ağacı ile bolca üzüm dikmiştim. Ancak bilinçsizce ve köylülerin önerileri ile yapmıştım bunları ve zaman içinde pek te başarılı olmadığını gördüm. Arazide kimyasal gübre veya ilaç kullanmıyordum, belki bu nedenle pek verim alamıyordum. Ama eğer bu araziyi değerlendireceksem, doğal tarımı hakkıyla öğrenmem gerektiğini farkettim. Araştırmalarım beni ‘Permakültür’ ile tanıştırdı.
Permakültür, bilinçli olarak, doğal ekosistemlerdeki gibi çeşitliliğe, denge ve dirence sahip ve tarımsal anlamda bereketli ekosistemler tasarlama ve sürdürebilme çalışmalarıdır. Arazi ve insanların ahenk içinde var olması; gıda, enerji, barınma gibi insan temel ihtiyaçlarının sürdürülebilir ve etik bir şekilde karşılanması hedeflenir. Kursları araştırırken 2010 Kasım’ında Permakültür kurucusu Bill Mollison’un Istanbul’da bir kurs vereceğini öğrendim, hemen katıldı ve bu kursla birlikte hayatım değişti.
Permakültür’ü 1970’lerde Avustralya’da Bill Mollison ve David Holmgren geliştirmiş. Permakültürde insanın gıda ihtiyacını sağlayacak sistem dahilindeki her öğe diğerlerini destekler, besler – böylece kendi kendine gelişebilen gıda zinciri kurulur. Daha az emekle daha fazla verim elde edilir.
Permakültür sayesinde daha önceden bilemediğim birçok şey/konu aydınlandı ve önümde bir yol haritası belirdi. Arazinin nasıl seçileceği, arazinin nasıl tasarlanacağı, binaların nereye yerleşeceği, atıkların nasıl geri dönüşeceği, ne tür yerel malzeme ile ne tür doğal yapılar yapılabileceği, temiz enerji, arazide su tutma, toprağı canlandırma, zenginleştirme, doğal kompost gübre, gıda ormanı meydana getirme ve daha birçok konu hakkında genel bilgiler öğrendim. Ardından bu konular hakkında onlarca kitap okudum, araştırdım, bilgiyi derinleştirdim.
Kurstan hemen sonraki gün Beykoz’daki bahçeme çıkıp ilk kompost gübremi yapmaya başlamıştım. Bahçeyi sil baştan yeniden tasarladım ve kendi gıdamın bir kısmını bu bahçeden elde etmeye başladım. Bahçeye ‘tavuk’ ta ekledim – kendi doğal tavuk yumurtamızı ve etimizi üretmeye başladık. Bahçe eskisine göre çok daha keyifli bir hale dönerken ben de tecrübe ve cesaret kazanıyordum. Kursta öğrendiklerimi uyguladıkça nasıl da etkili olduğunu görüyordum.
Artık Uludağ’daki arazide daha geniş çaplı bir çalışma yapma vakti gelmişti: tamamen kendi kendine yetebilen bir yaşam alanını sıfırdan tasarlamak istiyordum. Birkaç aylık ön hazırlık sonrasında Ekim 2011’de Uludağ’da ben, kardeşim, bir yakınımız ve iki ustadan oluşan ufak bir kadro ile çalışmaya başladık.
Uludağ aslında birçok açıdan zor bir yerdi: kışı sert, soğuk ve karlı, rüzgarlı. Yazı kurak, çok güneşli ve rüzgarlı. Ayrıca su yok. Kullanma suyu için sondaj yapıldı ve 120 metrede bir miktar su bulundu ama yazları günde ancak 2 ton kadar besleyebiliyor. Bu nedenle en önemli iş olarak su tutmaya önem verdik. Bir yandan toprakta su tutmayı artırırken diğer yandan bina çatılarının, evdeki lavabo, duşların sularını tutup, filtreleyerek depolarda saklamayı tasarladık.
Enerjinin tamamını güneş ve rüzgardan elde etmek üzere güneş fotovoltaik sistemler, rüzgar türbinleri kurduk.
Toprak kalitemiz de iyi değildi – 30 santim derinlikten sonra kırılgan kayaçlar başlıyordu ve toprak su tutmuyor, yazın hızla kuruyordu. Toprağı zenginleştirmek ve su tutmak üzere hendekler, kanallar göletler yaptık. Toprak hendekler altına ormandan bulduğumuz, kurumuş ağaç kütükleri, dalları gömdük. Birçok ağaç diktik. Göletleri kazarken çıkan toprağı samanla karıştırıp kerpiç yaptık, ağaç ve taşla birleştirip doğal binalar inşa ettik.
2013 yazına geldiğimizde çiftliğin binaları neredeyse tamamlanmıştı ve artık araziden ürün elde etmeye ve bu ürünleri işlemeye başlamıştık: konserveler, reçeller, turşular, v.b. İlk defa kendi peynirimizi ürettik, peynir ve diğer ürünleri saklayacak mahzenler inşa ettik.
Çalışmaya başladığımız süre içinde en büyük kazancımız bilgi, tecrübe ve beceri oldu. Doğal yaşam konusunda çok şey öğrendik. Daha hala öğrenecek çok şey var, hatalarımız oldu, eksiklerimiz var ama zaman içinde nasıl tamamlayabileceğimizi biliyoruz. Daha iyisini yapabilmek için benzer alanlarda çalışan diğer kişilerle yardımlaşıyoruz, paylaşıyoruz. Öğreniyoruz, öğretiyoruz. Zaten permakültürün temelinde de yardımlaşmak ve paylaşmak vardır.
Sadece kendi ve yakın ailem için doğal, kendi kendine yeten, sürdürülebilir bir yaşam alanı yaratmış olmak çözüm değil. Asıl çözüm çok insanın bu yolda ilerlemesi – dünyanın daha fazla bozulmaması ve olası bir çöküşün önlenebilmesi için bu şart.
Her ne kadar biz ve bizim gibilerin sayısı şu anda çok az olsa da, yaptığımız güzel örnekler arttıkça ve insanlar bunları görüp, doğa ile barışık, sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olabildiğini hissettikçe sayı artacak ve birşeylerin değişme olasılığı da artacak. Önemli olan bu düşüncedeki insanların birbirlerini bulabilmesi, birlikte çalışabilmesi ve birbirlerine destek olarak kendi hayatlarını değiştirmeye başlamaları.
Çiftliğimizin adı: ‘Belentepe Permakültür Uygulama ve Doğal Yaşam Çiftliği’ (belentepe.org). Artık öğrendiklerimizi paylaşmaya hazırız, bunun için çiftliğimizde aktiviteler ve kamplar gerçekleştirmeye başlıyoruz. Çiftliğimizin benzer düşüncedeki insanların buluşma, kaynaşma, öğrenme ve öğretme mekanı haline gelmesini hayal ediyoruz.
Görüşmek, tanışmak, kaynaşmak dileği ile, Belentepe Çiftliği adına,
Taner Aksel